Menu

İstİklâl şairimiz Mehmed Âkif Ersoy ve hayatı

Mehmet Akif Ersoy grafik infografik

Not: İnfografiğini yapmak için yola çıktık ama şimdilik böyle bir çalışma ortaya çıktı. İnfografiği de çalışacağız inşaallah kim bilir belki yarin belki yarından da yakin…
 

https://youtu.be/tBq_dh5zvYQ
 

Mehmed Âkif Ersoy Kimdir?

Hazırlayan: Yusuf Çağlar  Tasarım: Yunus Emre Hatunoğlu   Fotoğraflar: Mehmet Ruyan Soydan Arşivi
1873
Mehmed Âkif, İstanbul’da Fatih Sarıgüzel’de Sarı Nasuh Sokağı’nda doğdu. Âkif’in babası Mehmed Tâhir Efendi (1826-1888), Fatih Medresesi müderrislerindendi. Annesi Emine Şerife Hanım (1836-1926) ise ibadet ve zikirleriyle meşgul bir insandı. Baba, İstanbul’a Osmanlı’nın Arnavutluk bölgesindeki İpek kazasına bağlı Şuşisa köyünden gelmiş, annesi ise (aslen Buharalı) Tokat’ta doğmuştur. 1878. Mehmed Âkif, 4 yıl 4 ay 4 günlük iken Emir Buhari Mahalle Mektebi’ne başladı. Bir yıl sonra Fatih İbtidaisi’ne girdi ve babasından Arapça dersleri aldı. 1882’de Fatih Merkez Rüştiyesi’ne geçti. Leylâ ve Mecnun okudu, Fatih Camii’nde Farsça ders veren, Gülistan ve Mesnevi okutan Es’ad Dede’ye devam etti. 1885 senesinde Mülkiye İdadisi’ne girdi. Muallim Naci Bey orada edebiyat öğretmeni oldu. 1888’de babası Tâhir Efendi’nin ani ölümü Âkif’in bütün eğitim hayatını etkiledi. 1889. Sarıgüzel’deki evleri yandı. Babasının talebesi Mustafa Sıtkı Efendi’nin himmetiyle yapılan küçük ev sığınılacak bir yer oldu. II. Abdülhamid Han’ın Osmanlı coğrafyasında başlattığı eğitim reformu ve yeni okulların açılması hizmetlerinden biri de Baytar Mektebi’nin inşası oldu. Mektep, 1889 yılı sonunda tedrisata başladı. Âkif, maddî külfeti fazla olmayan bu mektebe kaydolmakta gecikmedi. Mektepte derslerinin yanında şiirle meşgul oldu ve güreşe merak saldı. 1893’te Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi ‘Veteriner Fakültesi’nden birincilikle mezun oldu ve baytar müfettiş muavinliğine tayin edildi. 1896. Beşinci Ordu süvari alaylarına alınacak atlara bakmak için önce Adana’ya, oradan da Şam’a kadar gitti. Eylül 1898. “Tophane-i Âmire” veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlendi. Bu izdivaçtan üç kızı, üç oğlu dünyaya geldi: Cemile, Feride, Suad, İbrahim Naim (bir buçuk yaşında vefat ediyor), Emin, Tahir.
1900
Hicrî 1319 (1901-1902). “Şah idim, işte şahbâz oldum” dedi ve 29 yaşında sakal bıraktı. Temmuz 1908. İrşad ve eğitim faaliyetlerine katılarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde Arapça dersleri vermeye başladı. İttihat ve Terakki Fırkası’na değil Cemiyeti’ne üye oldu. “Cemiyet’in bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart itaat” ibaresini kabul etmeyerek; “Ben Cemiyet’in yalnız emr-i ma’rufuna biat ederim. Mutlak söz veremem!” itirazında bulundu. Yemin değiştirildi. Ağustos 1908. Başyazarlığını yaptığı Sırat-ı Müstakim dergisi yayımlanmaya başladı. Kasım 1908. Darülfünun Edebiyat Şubesi birinci sene “Edebiyât-ı Osmâniye” muallimliğine tayin edildi. Reşat Nuri Güntekin, Falih Rıfkı Atay, İbrahim Alaaddin Gövsa gibi isimlere hocalık yaptı. 13 Nisan 1909. 31 Mart Vakası meydana geldi. Sırat-ı Müstakim’in klişeleri çapulcular tarafından talan edildi. 27 Nisan 1909. II. Abdülhamid Han’ın 33 yıllık saltanatına, Hareket Ordusu’nun tehditleri altında son verildi. Sultan V. Mehmed Reşat tahta geçirildi.
1910
Âkif, annesi Emine Şerife Hanım’ı hacca gönderdi. Nisan 1911. İlk şiir kitabı ‘Safahat’ basıldı. Mayıs 1911. Sırat-ı Müstakim, Örfi İdare tarafından, Âkif’in İstibdat şiiri bahane edilerek kapatıldı. Mart 1912. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad ismini alarak yeniden yayımlanmaya başladı. 1912. Safahat’ın, ikinci kitabı ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ yayımlandı. Şubat 1913. Balkan Harbi içinde milli birlik ve dayanışmayı sağlamak için, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kuruldu. Âkif, bu cemiyetin “Heyet-i Tenviriye” adı verilen “İrşad ve Neşriyat Şubesi”nde görev aldı. Beyazıt ve Fatih Camii kürsülerinde vaazlar verdi. Haziran 1913. Safahat’ın üçüncü kitabı “Hakkın Sesleri” yayımlandı. 1913. Darülfünun’daki muallimlik görevinden istifa etti. Ocak 1914. Abbas Halim Paşa’nın davetiyle Mısır’a gitti. Dostlarıyla görüştü. Üksur’a kadar gitti. “El-Üksur’da” şiirini yazdı. Medine’ye kadar yolculuk yaptı. Hicaz Demiryolu’nu kullanarak Şam üzerinden 1914’te İstanbul’a döndü. Ağustos 1914. Safahat’ın dördüncü kitabı, ‘Fatih Kürsüsünde’ basıldı. 29 Ekim 1914. I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti de dahil oldu. Aralık 1914. Almanların elindeki esir Müslüman askerlerini irşad ve şuurlandırmak vazifesiyle Almanya’ya gitti. Mart 1915. Akif, “Berlin Hatıraları”nı bitirdi. Almanya’dan İstanbul’a geri döndü. Mayıs 1915. Sultan V. Mehmed Reşat’ın emir ve müsaadesiyle, Teşkilat-ı Mahsusa’nın başındaki ismi Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki hususi bir heyetle Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan seyahatte vazife aldı. Maksat, Şerif Hüseyin ve bazı Arap kabilelerinin İngilizlerle birlik olup isyan etmesi halinde tedbirler almak, Medine’yi ne pahasına olursa olsun müdafaa etmekti. “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiiri bu ziyaretin ilhamıyla yazıldı. Âkif, ekim ayında İstanbul’a döndü. 1917. Safahat’ın beşinci kitabı “Hatıralar” yayımlandı. Mayıs 1918. Cibali-Fatih yangınında binlerce evle birlikte, Mehmed Âkif’in Sarıgüzel’deki evleri de yanarak kül oldu. Temmuz 1918. Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine Lübnan’a gitti ve bir ay kadar orada kaldı. Temmuz 1918. Sebilürreşad yeniden yayımlanmaya başladı. Sultan V. Mehmed Reşat vefat etti. Osmanlı Devleti’nin 36. ve son sultanı VI. Mehmed Vahideddin tahta çıktı. Ağustos 1918. Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyye kuruldu. Mehmed Âkif, Şeyhülislamlığa bağlı olan bu kurumda başkâtipliğe atandı. Kasım 1918. İtilaf donanması İstanbul Boğazı’na girdi. Haziran 1919. Sebilürreşad, mandacılığa karşı çıktı.
1920
Ocak 1920. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı açıldı. Mehmed Âkif, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyye üyeliğine atandı. 16 Mart 1920. İstanbul, İtilaf devletlerince işgal edildi. 23 Nisan 1920. Büyük Millet Meclisi açıldı. Nisan 1920. Âkif, Ankara’ya Milli Mücadele’ye katılmak için gitti. Meclis’in öğleden sonraki celsesinde hazır bulundu. Taceddin-i Veli Camii imamı Tevfik Hoca kendisini karşıladı. Taceddin Dergahı’nda kalması için davet etti. Haziran 1920. Mehmed Âkif, Burdur’da en yüksek oyu alarak mebus seçildi. Kasım 1920. Sebilürreşad, Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde verdiği vaazı, konuşmaları ve Milli Mücadele haberlerlerini yayımlandı. Şubat 1921. Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mehmed Âkif’e mektup yazarak İstiklal Marşı yarışmasına davet etti. 1 Mart 1921. İstiklal Marşı, Büyük Millet Meclisi ikinci çalışma yılının açılışında okundu, alkışlarla karşılandı. 12 Mart 1921. İstiklal Marşı, Büyük Millet Meclisi’nde müzakere edilerek kabul edildi. Temmuz 1922. İstiklal Mahkemeleri aleyhine oy kullandı. 1-16 Ağustos 1922. Ali Fuad Paşa’nın başkanlığında cepheleri dolaşan mebuslar heyetinin içinde irşad vazifesi yaptı. 26 Ağustos 1922. Büyük Taarruz başladı ve 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlandı. 1 Kasım 1922. Saltanat kaldırıldı. 18 Kasım 1922. Abdülmecid Efendi, BMM’nin çoğunluk oylarıyla halifeliğe seçildi. Mart 1923. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey ortadan kayboldu, daha sonra Topal Osman tarafından hunharca katledildiği ortaya çıktı. 1 Nisan 1923. Büyük Millet Meclisi, seçimlerin yenilenmesi kararını aldı. Mayıs 1923. Mehmed Âkif, bir daha seçime giremeyeceği için İstanbul’a geri döndü. Beylerbeyi’ne yerleşti. Ekim 1923. Abbas Halim Paşa’nın davetine uyarak kışı geçirmek üzere Mısır’a gitti. 29 Ekim 1923. Cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924. Halifelik kaldırıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Ağustos 1924. “Çanakkale Şehitleri” şiirinin de içinde bulunduğu, Safahat’ın altıncı kitabı Asım basıldı. 13 Şubat 1925. Şeyh Said isyanı başladı. 21 Şubat 1925. Kur’an-ı Kerim’in tercümesi ve tefsiri ile ilgili ödenek ayrılması kararı TBMM’den çıkarıldı. Tefsir, ulemadan Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi’ye, tercüme ise Ahmet Hamdi Akseki’nin ısrarlarıyla Mehmed Âkif’e verildi. Mart 1925. Hükümet, diğer bazı yayın organlarıyla birlikte Sebilürreşad’ı kapattı. Mayıs 1925. Sebilürreşad’ın imtiyaz sahibi ve müdürü Eşref Edib (Fergan), “Şeyh Said arada sırada Sebilürreşad okurmuş, o halde isyana senin dergin sebep oldu” iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanmak üzere tutuklandı. Mehmed Âkif, Mısır’a gönüllü bir sürgün olarak gitti. Giderken yakınlarına şu halini şikâyet ediyordu: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” Ocak 1926. Kur’an-ı Kerim tercümesi için çalışmalara başladı. Secde şiirini yazdı. Annesi Emine Şerife Hanım, 90 yaşında İstanbul’da vefat etti. Akif, Mısır Darülfünunu Edebiyat Şubesi, Edebiyat-ı Türkiye müderrisliğine atandı.
1930
1931. Mehmed Âkif, Türkiye’den gelen haberlerden kaygılanarak Kur’an meali için aldığı bin lirayı iade etti. Haklarını ise Elmalılı Hamdi Efendi’ye devretti. 1933. Mısır’da Safahat’ın yedinci ve son kitabı Gölgeler basıldı. Temmuz 1935. Rahatsızlığı iyice ilerleyince Mısır’dan hareketle Kudüs ve Hayfa’ya uğrayarak Beyrut’ta sayfiye yeri olan Cebel-i Lübnan’a geçti. 9 Ağustos’ta Antakya’ya geldi ve Cemil Bereket Bey’in misafiri oldu. Fransız işgali altında bulunan Antakya’da üç hafta kadar kaldı. 17 Haziran 1936. Mehmed Âkif ağır hasta olarak İstanbul’a büyük zorluklarla ulaşabildi. Çanakkale’den geçerken İstanbul’un camilerini görünce ağlayan şairin yanında zevcesi İsmet Hanım vardı. Kendisini İstanbul rıhtımında yakınları ve Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Emine Hanımefedi’yi temsilen gelen kâhyasından başka karşılayan olmadı. Mehmed Âkif, Abbas Halim Paşa’nın Maçka’daki evine misafir oldu ve daha sonra müşahede için Şişli Sıhhat Yurdu’na yatırıldı. 20 gün sonra sirozun artık iyileşemeyeceği kesinleşince ömrünün son aylarında iyi bakılması ve istirahat etmesi için Mısır Apartmanı’nda kendisi için hazırlanmış daireye yerleştirildi. Mısır’dan ayrılırken hazırlamış olduğu Kur’an meâlini dostlarından müderris İhsan Efendi’ye bırakmış; “Dönmezsem yakarsın.” diye vasiyet etmiştir. 27 Aralık 1936. Mehmed Âkif, Mısır Apartmanı’nda vefat etti. Cenaze namazı ertesi gün, Beyazıt Camii’nde kılındı. Mehmed Âkif’i son yolculuğuna gençler uğurladı. Türk bayrağına ve Kâbe örtüsüne sarılmış tabutu Edirnekapı Mezarlığı’na kadar omuzlarda taşındı.

‘Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın’
İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif’in çevresinde bulunan ve iltifat gören gençlerden biri de Âsım Şakir (Gören) olmuştur. Âkif’in son günlerinde başucunda nöbet tutan bu genç adamın İstiklâl Marşı ile ilgili aktardığı hatıra ise 75 yıldır dilden dile anlatılmaktadır: “Bir gün Hakkı Tarık Us, Ruşen Eşref ve adını hatırlayamadığım bir başka zat geldiler. Hakkı Tarık, ‘Üstâd, dün akşam Gazi hazretleriyle beraberdik. Sizden sevgiyle, sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Ve hatta -dikkat buyurun sözlerime- kendilerine hiss-i adâvetim yoktur. Eğer olsaydı dedi, Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim, İstiklâl Marşı’nı da kaldırırdım.’ Âkif Bey, ‘Demek öyle’ diyerek doğruldu, ‘Âsım bana yardım et!’ dedi, arkasına yastık koydum. Bir yandan da içimden, ‘Eyvah, şimdi olmadık bir söz söyleyecek!’ diye geçiriyordum. Şöyle biraz eğildi, ‘Hakkı beyefendi, dedi, hatırlar mısınız, biz Gazi’yle harp sahasında ön saflarda beraber gezdik, beraber yürüdük. Kendisini Meclis’te sonuna kadar destekledik. Bu böyleyken Gazi hazretlerinin adâvet kelimesini telaffuz etmesine hayret ettim. Beni memlekete sokmayabilirdi, lutfettiler, kendilerine minnettarım. İstiklal Marşı’na gelince, dedi, işte onu kaldıramazdı. Nasıl kaldırırdı ki, Meclis’te ilk okunduğu gün, Tunalı Hilmi hariç, herkes ayakta dinledi, kendileri de dahil’. Yorulmuştu, yavaşça geriye yaslanırken, ‘İstiklâl Marşı bir daha yazılamaz’ dedi, ‘Kimse bir daha İstiklâl Marşı yazamaz, ben de yazamam!’ dedi. Sonra sözlerini derinden gelen bir sesle, ‘Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın’ dedi, sustu. Kitaplarda, bu olayın sonunu anlatıyorlar da, nedense başını anlatmıyorlar. Sebebini anlayamıyorum.”
 
“Padişahım Çok Yaşa”
Muhterem refîklerim!
Şeref-i intisâbıyla bahtiyâr olduğumuz şu silk-i celîl-i baytarînin uluvv-i kadr ü mâhiyyeti hakkında uzun uzadıya serd-i makâlâta hâcet göremiyorum. Çünki her bireriniz o fennin lezâ’iz-i tahsîliyle şîrîn-mezâk olduğunuz cihetle bu husûsdaki beyânâtım bî-lüzûm derecesine tenezzül eder. Bâb-ı vâlâ-yı ma‘ârifin umûma küşâde, vesâ’it-i te‘allümün ez-her cihet mükemmel ve âmâde bulunduğu şu zamân-ı sâ‘âdet-nişân-ı terakkîde arzû-mendân-ı i‘tilâ dâ‘imâ iktisâb-i muvaffakiyetle hâiz-i fahr ü mübâhât olmakdadırlar. Asrımızda bir ferd yokdur ki sarf-ı nakdîne-i gayret eylediği hâlde heveskâr-ı visâli olduğu şâhid-i fâzıl ü ilme dest-res ü mülâkî olamasın. İşte nezd-i şâhânelerinde tabâbet-i baytariyyenin elzemiyyet ve ehemmiyyeti ma‘lûm ve müsellem bulunan pâdişâh-ı dil-âgâh efendimizin evlâd-ı vatana bir lütf-i cemîl-i şehriyârîleri bulunan şu dârülfünûn-ı feyz-nümûnu bâlâda serd eylemiş olduğum müdde‘âlara bir bürhân-ı celî-i kâfî olmak üzere irâ’e ederim. Bu günkü günde dahi tabâbetin esâsı ve teşhîs-i marazın medâr-ı a‘lâsı bulunan “ilm-i emrâz-ı umûmiyye-i hayvânât-ı ehliyye” dersine bir seneden beri bezl eylediğimiz mesâ‘î ve gayretin semeresini iktitâfa mazhariyyetle ayrıca kâm-yâb oluyoruz. İmtihânımıza lütfen ve tenezzülen teşrîf ile bizleri tesrîr ve taltîf buyuran mümeyyizîn-i kirâm hazerâtına, müdîr-i hamiyet-şi‘âr ve mu‘allim-i zî-iktidâr efendilerimize merreten ba‘de uhrâ teşekkürler takdîm eder ve Cenâb-ı Hak hâmî-i ilm ü hüner, şehinşâh-ı ma‘ârif-perver efendimiz hazretlerinin ömr ü iclâl-i şehriyârîlerini rûz-efzûn buyursun du‘â-yı vâcibü’l-edâsıyla hatm-i makâl eylerim. (Padişâhım çok yaşa)”
Sabah, 28 Haziran 1892 (Çevrimyazi: Ali Gözeller)
 
İstİklâl şairimiz Mehmed Âkif Ersoy
Çanakkale Destanını o yazdı. Ordunun Duası’nı o yazdı. Kurtuluş Savaşı öncesi esaret günlerinin acı terennümünü Bülbül’ün dilinden o kaleme aldı. Milli Mücadele’nin sesi, kalemi ve soluğu oldu. Şiirleriyle, vaazlarıyla Anadolu’nun mücadele ateşini gönüllerde sönmez bir meşale gibi tutuşturmasını o bildi. Tefrika belasına isyan edip ümmet sancağı altında en önde ve vakurlu bir şekilde durmak düşüncesini o haykırdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nde millet mebusu olarak eğitim ve neşriyatla ilgili çalışmalarda onun öncülükleri oldu.
Baş muharrirliğini yaptığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat mecmualarında İslam âleminin dertlerini o dile getirdi. Bu milletin kurtuluş destanı olan İstiklal Marşı’nı yazdı ve yine milletine armağan etti. 1923’ten sonra ise usulca kendi hayatına döndü, takip edildiği endişesiyle kahroldu, acı ve zor günlerin pençesine düştü. 1925 yılında ise sessizce gönüllü bir sürgün yaşamak isteğiyle Mısır’a gitti. 1936 yılının ortalarına doğru bir kaçak göçmen gibi ülkesine döndüğünde çocuklar gibi sevinçliydi. Vatanında gömülmek arzusuna kavuştuğu için sevincini asla gizlememişti. 27 Aralık 1936’da bütün kederlerine son veren ilahi emir vaki olmuş, ruhunu Allah’a teslim etmişti. Üzeri çıplak bir tabuta konularak Beyazıt Camii’ne getirildi. Kimsesiz bu cenazenin Mehmed Âkif’e ait olduğu haberi bir çığlık gibi yayıldı. Tabut önce ay-yıldızlı bayrağımızla sonra da Kâbe örtüsüyle süslendi. Ve o gün talebelerinin ve milletinin omuzlarında son yolculuğuna uğurlandı.
Onlarca yıldır bu ülkede adı bile anılmayan Mehmed Âkif Ersoy, İstiklal Marşı ile var oldu. Ama daha çok kahramanlık destanları ve mümin bir adam heyecanlarıyla hayatı yaşaması, milletine hizmet inancı ve âşık olmasıydı onu kalplerde yaşatan.
İstiklal Marşı’nı değiştirmek için uğraşanların, her darbe döneminde yeni bir marş yazılması için ortalığı velveleye verenlerin bugün adları sanları duyulmuyor. Mehmed Âkif’in Safahat’ı ise milyonlarca okurun kütüphanesinde aziz bir hatıra olarak okunuyor.
İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif’in o binlerce çile ve hüzünle yoğrulan ruhu şâd olsun.
 
İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
”Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar — ki şehadetleri dinin temeli —
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder — varsa — taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.
Mehmet Akif ERSOY
Beste : Osman Zeki Üngör
12 Mart 1921 tarihinde TBMM tarafından ulusal marş olarak kabul edildi.
1930 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün bestesi ile çalınmaya başlandı.
 
Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy

Categories:   Tarih, Ünlüler, Yunus Emre Hatunoğlu

Comments